hareketlı gül | |
VEDA HUTBESİ | |
HADİS | HADİSİ ŞERİF | |
|
yaziciya@hotmail.com |
|
|
| İHYA-İlmin Çeşitleri | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
mecnun Admin
Mesaj Sayısı : 515 Kayıt tarihi : 28/03/09 Yaş : 54 Nerden : İSTANBUL / KARTAL
| Konu: İHYA-İlmin Çeşitleri Çarş. Nis. 08, 2009 9:54 pm | |
| İlmin Çeşitleri
1-Herkese Gerekli ve Farz-ı Ayn Olan İlimler
"İlim tahsil etmek, her müslümana farzdır." (Daha önce geçti) hadisi ile "İlim Çin'de de olsa onu arayın!" emri bu ilme işarettir. Alimler, bu ilmin hangisi olduğunda ihtilâf etmişler ve onlardan her bir grup, onu kendi meşgul oldukları ilim olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple kelâmcılar, onun kelâm ilmi olduğunu, çünkü Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğinin, O'nun zat ve sıfatlarının bu ilimle bilindiğini iddia etmişlerdir. Fıkıhçılar, onun fıkıh ilmi olduğunu, çünkü ibadetlerin, helâl ve haramların, doğru olan ve olmayan muamelelerin bu ilimle bilindiğini söylemişlerdir. Tefsirciler ve hadisçiler, onun Kitap (Kur'ân) ve Sünnet (Peygamberimizin söz, fiil, takrir ve tefsirleri) ilmi olduğunu, çünkü bu ilmin diğer bütün dinî ilimlerin aslı ve kaynağı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Sufiler, onun tasavvuf ilmi olduğunu, çünkü kulun Allah Teâlâ yanındaki durum ve derecesini bilmesinin, ihlâs kazanmasının, nefsin âfetlerinden kurtulmasının, melek ve şeytanların kalbine yaptıkları telkinleri birbirinden ayırmasının bu ilimle mümkün olduğunu iddia etmişlerdir. Ebu Talip el-Mekkî de, Farz-ı ayn olan ilim, "İslâm, beş temel üzerine bina edilmiştir. Bunlar Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şahidlik etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir." (Müttefekun aleyh) hadisiyle bildirilen hususları bilmektir, bu sebeple bunların vücup (vacip olma) şartlarını ve edâ şekillerini herkesin bilmesi gerekir, demiştir.
Bu ihtilâfların yanında kesin olan şudur ki, kulluğun esasları üç şeydir. Bunlar itikad, fiil ve terklerden oluşurlar. Bir insan yaş, ihtilâm veya kanama yoluyla buluğ ve mükellefiyet yaşına geldiği anda ona ilk vacip olan şey, kelime-i şehâdeti söylemek ve onun mânasını öğrenmektir. Ancak bunun delillerini incelemesi, niçin ve nedenini enine boyuna araştırması gerekli değildir. Özet olarak, Allah Teâlâ'dan başka ilâh bulunmadığını, Muhammed (sa) da O'nun peygamberi olduğunu bilmesi ve şüphe etmeden bunlara inanması yeterlidir. Bu inancı başkalarından duymak ve onları taklid etmek suretiyle benimsemesi de caizdir. Çünkü Allah Rasûlü (sa), câhil bedevilerin hiç bir delil öğrenmeksizin kelime-i şehadeti getirmeleriyle yetinmiştir. Ancak, kişinin bu kelimenin manasıyla ilgili şüphe ve tereddüdü varsa, o takdirde bunları giderici delilleri öğrenmesi de farz-ı ayn olur.
Açık ve kısa olan mânasını öğrenip kelime-i şehadeti söyledikten sonra, bu kimsenin günde beş vakit farz olan namazları ve bu namazların farz, vacip ve rükünlerini öğrenmesi lâzımdır. Bu bilgi de farz-ı ayndır.
Ramazan ayına ulaştığında, bu ayda tutulması farz olan orucun hükümlerini öğrenmesi gerekir. Bu hükümler oruca niyetle başlanması, şafaktan akşama kadar yemek, içmek ve cinsel ilişkiden kesilmesi gibi hususlardan ibarettir.
Malı varsa, üzerinden bir sene geçtikten sonra ona düşen zekât miktarını ve bunu nasıl ve kimlere vereceğini öğrenmesi lâzımdır. Malı deve ise, deve zekâtını, para ise para zekâtını öğrenmekle mükelleftir.
Hac mevsimi gelince, onu edâ etmeye karar verdiği takdirde, haccın rükünlerini öğrenmesi de farz-ı ayndır. Ancak hac, gecikme ile de edâ edilebilen bir ibadettir: Bu sebeple kişi ölmeden evvel, her hangi bir senede onu edâ ederse sorumluluktan kurtulur. Fakat elbette ki, diğer farzlarda olduğu gibi, bu farzda da acele etmek evlâdır. Çünkü ecel gizli ve ölüm pusudadır. Allah Rasûlü (sa), "İbadetlerin efdal olanı, ilk vaktinde edâ edilendir." (Ancak hac için acele etmek Şafiî mezhebine göre evlâ ise de, Hanefî mezhebine göre vaciptir.)
Terklere gelince, bunun ilmi şahıslara göre değişir. Bundan dolayıdır ki, dilsiz olan bir kimseye gıybet ve yalanın haram olduğunu bilmek farz değildir. Kör olan bir kimseye de nâmahreme bakmanın hükmünü öğrenmek gerekmez. Bu konuda herkesin karşılaştığı ve yapabildiği haramları bilmesi farzdır.
Mükellefin öğrenip bilmesi gereken bu hususları ona öğretmek de farzdır. Bu da bilenlerin görevidir.
Kısacası; farz-ı ayn olan ilim, iman edilmesi gereken hususları (imanın altı rüknü gibi), yapılması veya terk edilmesi farz olan fiil ve işleri bilmekten ibarettir. İnsanlar genellikle riya, kıskançlık, kibir gibi haller ve gıybet gibi işlerle iç içe oldukları için, helak edici olan bu işlerin mahiyetini ve haram olduklarını öğrenmek de farz-ı ayndır. Dimağın demirbaşı olan bu ilimlerin dışında kalan diğer dinî ilimleri öğrenmek ise sünnet ve fazilettir. Ancak, bu türlü ilimleri bilmeyi gerektiren hâdiselerle karşılaştıkça, onları sorup öğrenmek de vacip haline gelir. Âlimlerin de bu konularda uyarıda bulunmaları ve isteyenleri bilgilendirmeleri onlar için vaciptir.
2-Farz-ı Kifâye Olan İlimler
Herkese değil, meslek ve konumları sebebiyle bazı kimselere farz olan bu ilimler iki kısımdır. Birincisi Şer'î ilimler, ikincisi ise sosyal ilimler ve sanatlardır. Şer'î ilimler, peygamberlerden öğrenilirler. Bunlar akıl, tecrübe ve duyularla elde edilemezler. Sosyal ilimler ve sanatlar ise, bu yollarla kazanılırlar. Dünya işleri için gerekli olan bu ilim ve sanatların (tıp, hendese, mimarlık, dokumacılık, ziraat ilmi gibi) basit şekilleri farz-ı ayn iken, ileri dereceleri farz-ı kifâyedirler. Bu sebeple, bir toplumda hiç kimse bu ilim ve sanatları ihtisas derecesinde bilmez ve onları icra etmezse, o toplumdaki herkes ciddî bir şekilde zarar görür. Halbuki Allah Teâlâ, "Kendinizi öldürmeyin!" (Nisa, 29), "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!" (Bakara, 195), "Allah, size yeryüzünü imar etme görevini verdi." (Hûd, 61) buyurmuş; Allah Rasûlü da, "Allah bir hastalık yaratmışsa, onun ilacını da yaratmıştır. Bu ilacı bulup tedavi olun." (Ebu Dâvûd, Muvatta), "Bir şey yaptığınız zaman Allah Teâlâ onu tam ve mükemmel olarak yapmanızdan hoşlanır." demiştir. Bir şeyi tam ve mükemmel olarak yapmak ise, onun ilmini bilmek ve uygulamakla mümkün olur. Bu gibi nass ve emirlerin gereği olarak, ilim ve sanatları toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilecek sayıda kimselerin öğrenmesi ve onları icra etmesi farzdır. Bunlar bunu yaparlarsa, sorumluluk ortadan kalkar. Fakat bu yapılmadığı takdirde, toplumdaki herkes günah altına girmiş olur. Farz-ı kifâyenin de mânası budur.
Şer'î ilimler ise, Kur'ân, Sünnet, İcmâ ve ashabın sözleridir. Alimlerin bir konuda görüş birliği etmesi demek olan icmâın kaynağı Kur'ân ve Sünnettir. Onun ilim ve delil olması da bu yüzdendir. Ashâb sözlerinin ilim sayılması ise şundandır: Allah Rasûlü’nün din ve dava arkadaşları olan bu insanlar vahyin inişine şâhid olmuşlar ve Allah Rasûlü’nün onunla ilgili tefsir, yorum ve tatbikatını bizzat görmüşlerdir. Bu durum, onlara daha sonrakilerin bilemeyeceği bazı incelikleri bilme imkânını kazandırmıştır. Bu sebeple âlimler, dinî konularda onlara uymayı ve sözlerine tâbi olmayı dinden saymışlardır.
Şer'î ilimler, ibadet ve muameleleri (iş ilişkilerini) tanzim edenlerle ahlâk ve nefisleri ıslâh edenler olmak üzere iki kısımdır. Bu ilimler, maksad ve gaye durumundadırlar. Bunların yanında nahiv, lügat gibi âlet durumundaki ilimler de vardır. Bu âlet ilimler, maksad ve gaye olan ilimlerin anlaşılmasını sağlayan vasıtalardır. Çünkü Kur'ân ve Sünnet Arapça metinlerdir. Bu Arapça metinlerdeki doğru mânaları anlamak, ancak Arapça dilini ve onun lügat, gramer ve edebiyatını bilmekle mümkündür. Bir şeyin gerçekleşmesi başka bir şeye bağlıysa, bu ikinci şey de birinci şeyin hükmünü alır. Âlet ilimlerinin Şer'î ilimlerden sayılması da bu yüzdendir.
Maksad ve âlet olan kısımlarıyla Şer'î ilimler de ileri dereceleriyle farz-i kifâyedirler. Bu sebeple, bir İslâm toplumunda yeterli sayıda müslümanların bu ilimleri öğrenmeleri ve toplumun bunlarla ilgili dinî ihtiyaçlarını karşılamaları lâzımdır. Bu yapılmadığı takdirde herkes sorumluluk altına girer. Yapıldığı durumda ise, genel sorumluluk kalkar, bu ilimleri bilmenin şeref ve sevabı da onları bilenlere ve bilmelerinde katkısı olanlara âit olur.
Şer'î ilimler, diğer bir taksimle, zahir ilmi ve bâtın ilmi diye ikiye ayrılırlar. "Fıkıh" da denilen zahir ilmi, görünürdeki fiil ve hareketlere yöneliktir. Örneğin, namazın farz ve şartları, haccın rükünleri, nikâh ve talâkı gerçekleştiren sözler, ticaret ve akidlerdeki işlemler bu ilmin konularıdır. Bu ilim, ibâdet ve muamelelerin hangi hallerde sahih ve geçerli, hangi hallerde de bâtıl ve geçersiz olduğunu tayin eder. Bâtın ilmi ise, bu fiil ve amellerin icrası sırasında ve her zaman kalpte bulunması gereken ihlâs, samimiyet, iyi niyet, huşu', Allah rızasını tahsil isteği, âhiret özlemi, sabır, şükür, zühd, takva ve güzel ahlâk gibi gözle görülmeyen konuları içerir. Bu iki ilmin de kaynağı yukarıda işaret edilen Kur'ân, Sünnet, icmâ, ashâb sözleri ve bunlardan çıkarılan Şer'î hükümler ve doğru mânalardır. Bu itibarla bu iki ilim, yüz ve astar gibi veya ruhla beden gibi birbirini tamamlayan ve birbirisiz eksik kalan unsurlardır.
(Peygamberimiz ve onun ashabı dönemiyle bunu takip eden iki dönemde zahir ilmi ile bâtın ilmi böyle iç içe iken, daha sonraki dönemlerde bunlar birbirinden ayrıldılar. Çünkü, bâtın ilmine sahip çıkanlar genellikle yeterli derecede fıkıh öğrenmedikleri için, Kur'ân ve Sünnet yerine şeyh ve sufilerin söz ve görüşlerini delil ve hüccet haline getirdiler. Halbuki, bu söz ve görüşlerin bir kısmı dinin öz ve esasına tamamen aykırıydı. Ayrıca, kim oldukları ve ne istedikleri tarihin karanlığında meçhul kalmış bazı kimselerin uydurdukları vahdet-i vücud nazariyesini ve velilerin tasarruf yetkisine inanmayı akideye sokmaya çalıştılar ve Kur'ân'ın telkin ettiği Allah'ın birliği akidesiyle yüz seksen derece zıt düşen bu görüşleri dinin olmazsa olmaz rükünleri haline getirdiler. Bunları uyduran kimseleri de büyük evliya derecesine çıkardılar Gerçek âlimler olan fakihler bu yanlış ve tehlikeli gelişmelere haklı olarak tepki gösterince de, din ilimlerinde ikilik ve zıtlık gibi bir durum ortaya çıktı. Bu ikilik ve zıtlığı ortadan kaldırmanın tek yolu, yine ilk üç dönemdeki İslâmî anlayışa dönmektir.
Burada şuna işaret etmekte de yarar vardır. Bâtın ilmi ile 'bâtınîlik' birbirinden ayrı şeylerdir. Çünkü, bâtın ilmi kalb hayatını ilgilendiren ilim dalı iken, bâtınîlik İslâm'ı yıkmaya yönelik bir gizli harekettir. Bu harekete mensup olanlar, Kur'ân ve Sünneti maddeten ortadan kaldıramayınca, onları tutarsız ve doğru olmayan tevil ve tefsirlerle bozmaya ve anlaşılmaz hale getirmeye çalışmışlardır. Bunlar İslâm tarihinin belli bir döneminde yoğunluk kazanmış olmakla birlikte, aynı yaklaşımı gösteren her devirdeki kötü niyetli kimseler bu harekete dahildirler. Buradaki dip not, önemine binaen parantez içinde yukarıya alınmıştır.)
(İslâm devleti, zahir ilmin ölçülerine göre hüküm icra eder, fertlerin birbirine karşı yaklaşımları da bu ölçülere göredir. Bâtın ilminin ölçüleri ise, dünyadaki hüküm ve yaklaşımlarda geçerli değildir. Onların ölçüleri âhiretteki hesabın esaslarıdır. Bu sebeple, meselâ, devlet müslüman olan vatandaşlarının namaz kılıp kılmadıklarını sorgulayabilir; fakat onu Allah için mi, riya için mi kıldıklarını kurcalayamaz. Fertler de, kalb alanına giren bu gibi hususlarda birbiri hakkında söz söyleyemez ve kötü zanda bulunamazlar.) | |
| | | | İHYA-İlmin Çeşitleri | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |