hareketlı gül | |
VEDA HUTBESİ | |
HADİS | HADİSİ ŞERİF | |
|
yaziciya@hotmail.com |
|
|
| PROF.MAHMUT ESAD COŞAN.TASAVVUF SOHBETİ. | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
mecnun Admin
Mesaj Sayısı : 515 Kayıt tarihi : 28/03/09 Yaş : 54 Nerden : İSTANBUL / KARTAL
| Konu: PROF.MAHMUT ESAD COŞAN.TASAVVUF SOHBETİ. Çarş. Nis. 01, 2009 9:19 am | |
| TASAVVUF Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Rh.A
Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Hiç şüphe duymadan kesin olarak biliyoruz ki, hayatımızın gàyesi Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu dünyaya imtihan için geldiğimizi biliyoruz. İmtihanı kazandığımız takdirde, kazanacak şekilde hareket ettiğimiz takdirde Allah'ın sevgili kulu olacağımızı biliyoruz. Allah'a itat edersek, emirlerini tutar yasaklarından kaçınırsak, Allah'ın lütfuna ereceğimizi, cennetiyle cemâliyle taltif olunacağımızı biliyoruz. Ana gàye hiç tereddütsüz Allah'ın rızasını kazanmaktır.
Biz bu gàyeyi,
"İlâhî ente maksùdî ve rıdàke matlûbî" cümlesiyle ifade ediyoruz, onu söylüyoruz. Bu sözler Peygamber Efendimiz'in bir hadis-i kudsîsinde geçen cümlelerden alınmıştır. Bizim gàyemiz Allah-u Teâlâ Hazretleri'dir. Maksudumuz, muradımız, arzumuz odur ve biz onun rızasını kazanmak istiyoruz. Her şeyde sadece bunu bilsek, sadece buna göre hareket etsek, her şey tamam olur, her şey biter.
Şimdi bu gàyenin elde edilmesi için, bu gàyeye ulaşmak için, insanın doğru yolda yürümesi lâzım!.. Doğru yolda yürüyen insana, hidâyet üzre gidiyor deriz. Biz de onun için, Allah'tan dâimâ hidâyeti istiyoruz. Namazların içinde okuduğumuz Fâtiha'ları sayarsak, günde en aşağı kırk defa:
(İhdinas sırâtal müstakîm.) "Yâ Rabbi, bizi müstakîm olan, dosdoğru olan yola hidâyet eyle!" diyoruz. Ve Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden biliyoruz ki:
(İnneke lâ tehdî men ahbebte velâkinnallàhe yehdî men yeşâ') "Ey Rasûlüm, habîbibim, Muhammed-i Mustafam! Sen istesen de, istediğini doğru yola hidâyet edemezsin, sevkedemezsin, çekemezsin! Allah çekerse çeker. Allah istemezse hidâyet olmaz, Ancak Allah'ın istemesiyle olur." buyrulmuş Peygamber Efendimiz'e...
Demek ki, Peygamber SAS Efendimiz istese bile olmayabiliyor. Misâl: Peygamberimiz küçükken kendisini himaye etmiş olan amcası Ebû Tâlib'e karşı minnetdarlık hisleri duyuyordu, seviyordu onu; kendisine baktı diye, korudu diye... Kendisi peygamber olduğu zaman önüne gerildi, müşrikleri karşıladı, yeğenini müdafaa etti diye seviyordu. Onun için, onun vefat edeceği zaman yanına yaklaştı, dedi ki:
"--Amcacığım ne olur, ağzından şu kelimeler çıkıversin! 'Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh' deyiver. Ben de sana şefaate yüzüm olsun, imkânım, ben de o fırsatı bulabileyim!" dedi.
Ama o, o sözü söylemeyince, olmadı. İstedi amcasının hidayete ermesini ama, olmadı.
--Allah Rasûlünü kırar mı, Habîb-i Edîbini kırar mı?..
Kırmaz ama, her şahsın kendisinin Allah'a karşı sorumluluğu var... Kendisi bir adım atacak, bir jest yapacak, bir hareket yapacak... Bir niyet besleyecek, bir arzusu olacak... Kalbinde bir niyet belirirse, o zaman Allah yardım eder. Ama o olmayınca, kendisi istemeden, başkasının istemesi ile olmaz!
--Efendim, benim babam sarhoş, ayyaş, faiz yiyor; dua edin, Allah hidayet versin...
Olmaz! Kendisinden bir istek oluşması lâzım, kendisi istemesi lâzım!.. Böyle bir kimseye Allah hidayet etmez.
Bu hususta üç tane ayet-i kerime söyleyeceğim size:
(Vallàhu lâ yehdil kavmel kâfirîn.) "Allah kâfirlere hidayeti vermiyor." Neden?.. Hidayet o kadar kıymetli bir şey ki, insan hidayeti aldı mı, cennetin anahtarını alıyor, cennete gidecek, cennetlik olacak... Hidayet üzre oldu mu, Allah'ın sevdiği kulu olacak, cennete gidecek. Onu kâfirlere vermiyor. Neden?.. Kendi varlığını kabul etmedi, birliğini ikrar etmedi, istediği yola gelmedi, istediği kul olmadı diye kâfirlere vermiyor.
Başka, ikinci ayet-i kerime:
(Vallàhu lâ yehdil kavmel fâsıkîn.) "Allah fasıklara da hidayet etmez." Fısk ne demek; Allah'ın emrinden çıkmak, yoldan sapmak, kaymak demek...
(Fefesaka an emri rabbihî) "Allah'ın emrinden fısk etti, saptı, emrini tutmadı, aykırı gitti." deniliyor ayet-i kerimede şeytan için... Fasıklara da Allah hidayet vermiyor.
Demek ki, günah üzerindeyken hidayet vermiyor. Ne olacak?.. Günahı bırakacak! Günahı bırakması lâzım, aykırı gitmeyi bırakması lâzım, hatâsını anlaması lâzım!.. O zaman hidayet edecek.
Yoksa, içkisine devam; Allah ona hidâyeti göndersin... Hidayet etmiyor. Haram yemeğe devam; Allah ona hidâyeti göndersin... Hidayet etmiyor. Böyle olmuyor, Allah kendisi bildiriyor. Biz bilmeyiz onun nasıl hareket edeceğini ama, "Ben fasıklara hidayet vermem!" dediğine göre, vermeyeceğini ordan biliyoruz.
Kâfirlere vermeyeceğini anlıyoruz, fasıklara da vermeyecek! Mutî kul olması lâzım, ibadetinde tâatinde bir kul olması lâzım!.. Tamam, bunu da anladık. Demek ki, günah işlememeğe çalışacağız, sevaplı işleri yapmağa çalışacağız ki, Allah bize hidayet nimetini versin; o büyük mükâfatı alabilelim. Cennetin anahtarını, ambalajlı, altın yaldızlı güzel bir şekilde bize sunsun...
Üçüncü ayet-i kerime:
(Vallàhu lâ yehdil kavmez zâlimîn.) "Allah zalimlere de hidayet etmez."
Zalim kimdir?.. Bizim ilk aklımıza gelen, başkasına eziyet eden insandır. Dikilmiş tepesine, bastırmış gırtlağına, vuruyor, kırıyor, üzüyor, yaralıyor; zalim bu işte... Bak zulüm yapıyor, zavallı insancıklara kan kusturuyor filân diyoruz.
Bu bir çeşit zulüm, hemen ilk aklımıza gelen zulüm... Sırpların Boşnaklara zulmü, Rusların Kafkasya'daki zulmü... Hinduların Keşmir'deki zulmü... Neden?.. Eziyet ediyor, insanî haklarını vermiyor, yaşama hakkı tanımıyor, mutsuz edecek şeyler yapıyor... Malını alıyor, canına kasdediyor, yaralıyor, itiyor, kenara sıkıştırıyor... Mülkiyet hakkına tecavüz ediyor. İşte bunların hepsi birer zulüm...
Bir de İslâm'da, insanın kendi kendine yaptığı şeylere de zulüm derler. Onun için günah işleyen insana, Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle (Zâlimün linefsihî) "Kendi kendisine, kendi nefsine zulüm etmiş insan" derler.
--Niye günahkâr insana kendi nefsine zulmetmiş insan deniyor?..
Günahı işlediği için, ahirette cezasını çekecek, cehenneme girecek, yanacak, ezâ çekecek. O ezâyı başkasına yapmıyor ama, kendi kendisini o duruma düşürdüğü için, kendisine zalim denmiş oluyor.
Şimdi buralardan, bizim her şeyimizin kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Şu bizim bilmediğimiz, okumadığımız, mânâsını bilmediğimiz, torbaya koyduğumuz, işlemeli torbada yatak odasında çiviye astığımız, kütüphaneye koyduğumuz Kur'an-ı Kerim... Her şey orda... Her şeyimizi, Allah'ın kelâmıdır diye öpüp başımıza koyduğumuz Kur'an-ı Kerim'den alıyoruz. Ordan almış büyüklerimiz, bize de öyle öğretmişler, işin doğrusu da bu...
Allah kitabını okunsun, anlaşılsın, uygulansın diye gönderdi. Yoksa torbaya konulsun, cüz kesesine konulsun, duvara asılsın diye göndermedi.
Seccadenin pırıl pırıl yenisi değil, namaz kılına kılına ayak yerleri, secde yerleri eskimişi makbul... Tesbihin çekile çekile pırıl pırıl olmuşu makbül... Kur'an-ı Kerim'in okuna okuna sayfaları kırışmış olanı makbul... Okunmadıktan sonra kıymeti yok...
Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri bize hidayeti, zalim olmazsak, fâsık olmazsak vereceğini bildiriyor. Kendimize de zulmetmeyeceğiz, başkasına da zulmetmeyeceğiz. Allah'ın emrinden de dışarıya çıkmayacağız, aykırı gitmeyeceğiz. Allah o zaman sevecek.
Gaye ne?.. Allah'ın sevgisini kazanmak, Allah'ın rızasını kazanmak... Şu kâinatı yaratan, bizi var eden, alemlerin rabbi, bizi yaşatan, bizim yaşamamız için çevremizdeki her şeyi bize veren Allah... Havayı, suyu, güneşi, meyvayı, ağacı, tohumu, gıdayı bize veren; hattâ koyunları, kuzuları, balıkları, çeşitli hayvanları verdiğini Kur'an-ı Kerim'de bildiren Allah... "Ben size verdim, korkmayın!" diyor. Yoksa, Allah o müsaadeyi verdiğini bildirmeseydi, et yiyemezdik. Hiç bir şey yapamazdık, balık tutamazdık, kuş vuramazdık, tavuk eti yiyemezdik...
Diyor ki:
(Evelem yerev ennâ halaknâ lehüm mimmâ amilet eydînâ en'àmen fehüm lehâ mâlikûn.) "Ben sizin için yarattım onları, yiyin!.." diye bu ayet-i kerime bildiriyor. Bizim için... Yâni, kâinatın bütün yaratıkları bizim çevremizde, bize faydalı olsunlar diye... Her şey bizim için yaratılmış, istifade edin diye bizim emrimize verilmiş.
(Külû veşrebû ve lâ tüsrifû innehû lâ yuhibbül müsrifîn.) "Yiyin, için, israf etmeyin, ölçüyü aşmayın!" [Çünkü Allah israf edenleri sevmez.] diye buyrulmuş.
Şimdi biz bu Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmak gàyesini taşımamız lâzım!.. Eğer böyle bir gàyemiz yoksa... Benden önceki ilim adamları bu kürsüde, başka toplumlarda gàyesizlik olduğunu, amaçsızlık olduğunu, ahlâk olmadığını, boşluk olduğunu; Amerika'nın, Avrupa'nın, Japonya'nın böyle boşluk içinde çırpındığını anlattılar.
Tabii, biz bunu biliyoruz da, bilmeyenler de olur diye esasları ortaya koyuyoruz. Esas bu: Allah'ın sevdiği kul olmak, o hale gelmek... İşte bu gayeyi elde etmek için yapılan çalışmalar, tasavvufî çalışmalardır.
Tasavvufta iki şey var:
1. İnsanın Allah'a itaat etmesini engelleyen nefsini ıslah etmek... Biz neden Allah'a itaat etmiyoruz?.. Nefsimize uyuyoruz da ondan...
Sabah namazına kalkamıyoruz işte, uyku tatlı geliyor. Ne olacak yâni, fedâ ediver uykunu!.. Nefsi uyku istiyor, nefsini yenemiyor.
Dallardan kırmızı elmalar sarkıyor veya turuncu renkli portakallar, mandalinalar sarkıyor. Almaması lâzım!.. Ama etrafta kimse yok, çit de yok, duvar da yok... Çok da güzel, yeşil yaprakların arasında... Alsın mı, almasın mı?.. Nefsi diyor ki:
"--Al, canım istiyor..."
Uzanıp aldığı zaman, nefsi ona haram olan bir şeyi yaptırmış oluyor. Veyahut sabahleyin namaza kalkmadığı zaman, nefsi ona rahatı için Allah'ın bir emrini yapmamayı göstermiş oluyor.
Bütün şeyler böyle... Bizim Allah'a itaat etmemiz lâzım; hidayeti elde edelim, cenneti elde edelim diye... Bunu engelleyen en büyük düşman bizim içimizde... Bizim kendi içimizde, şurada işte... Görünebilen bir şey olsa da, açsak da görsek. Ama elekrik vs. gibi görünmeyen bir şey... Bunun içinde elektrik var ama, açsan da göremezsin!..
Nefsimiz işte bize bu itaatsizliği yaptırıyor. İtaatsizliği yapınca da, fâsık olunca, zalim olunca da, Allah yolu göstermiyor. Haa, o zaman şu nefsi ıslah etmek lâzım, en büyük düşmanın bu...
--En büyük düşman o mu, yoksa şeytan mı?..
Bu nefis ıslah olursa, şeytan tesir edemiyor. Asıl insanın büyük düşmanı kendi içindeki... Çünkü istiyor bir şeyler, çocukluktan başlıyor: "Şeker isterim, balon isterim, lolipop isterim, oyuncak isterim..." vs. başlıyor. Veriyoruz, veriyoruz, veriyoruz... İşte nefis, isteklerinin yapılmasına alışıyor, istekleri var... İstekler de bir tane, iki tane değil, çok...
İşte bu isteklerin icabında durdurulabilmesi lâzım! Durdurulması için de bu nefsin terbiye edilmesi lâzım!.. İnsanın, "Evet güzel ama, canım da çok çekiyor ama, alamam; çünkü haram!.." "Evet uyku tatlı ama, gece de çok geç yattım, çok zor kalkacağım ama, kalkayım da namazımı vaktinde kılayım!" diyebilmesi lâzım!..
İnsanın kendi nefsini yenmesi gerekiyor. Tasavvuf bu... İnsanın kendi nefsini yenip, Allah'ın emrini tutacak hale gelmesi Allah'ın yasağından kaçacak hale gelmesi... Şeytandan da önemli bu!..
Şeytan zâten insana, doğrudan doğruya boyunduruk vurup, zincire bağlayıp, sürükleyip götürmüyor. "Gel bakalım buraya, yakaladım seni, esir aldım!" deyip, zincire bağlayıp günahlı yere sürüklemiyor. Şeytan teklif ediyor: "Şunu yap, bunu yap!.." diyor. Buna şeytanın vesvesesi diyoruz.
Şeytan vesvese veren bir mahlûk, vesvese veriyor. Kötü şeyleri tatlı gösterip teklif ediyor. Yapan nefis... Nefis o kötü şeyleri sevdiği zaman, istediği zaman, eğer insan nefsini engelleyemezse; o kötülüğü yapıyor. Binâen aleyh, şeytan geride kalıyor, en büyük düşmanı insanın nefsi...
Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:
(A'dâ adüvvüke) "En azılı düşmanın, (nefsükelletî beyne cenbeyk) şu iki omuzun arasındaki nefsindir senin..."
En büyük savaş, insanın nefsinin uygun olmayan arzularına karşı verdiği savaş... Arzuları çok ve kuvvetli...
Bu yapsa ne olacak | |
| | | | PROF.MAHMUT ESAD COŞAN.TASAVVUF SOHBETİ. | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |